28 Kasım 2009 Cumartesi

AYASPAŞA'NIN TARİHİNDEN KISA KISA...


Gümüşsuyu'ndaki bir evimizin çatı katından Güzel Boğaziçimiz'in girişden bir panorama... Dünyanın cazibe merkezlerinden biri ve huzur verici bir manzara... Hep böyle kalsın dileriz...


GÜMÜŞSUYU – AYASPAŞA ÜZERİNE KOORDİNATLAR

Taksim Meydanı’ndan, doğuda Dolmabahçe, güneydoğuda Kabataş’a doğru inen dik yamaçlar üzerinde, İnönü (eski Gümüşsuyu) Caddesi ile Kabataş arasındaki yörede kurulu, Beyoğlu ilçesine bağlı semttir. Gümüşsuyu Mahallesi olarak da bilinir.

Semt, adını, Kanuni Sultan Süleyman’ın (1520-1566) sadrazamlarından olan Ayas Paşa’dan alır. Ayas Paşa, Arnavutluk’ta Cimara (Himara) kasabasında doğmuştur. Enderun-u Hümayun’dan yetişmiş, Kanuni döneminde sadrazamlığa kadar yükselmiş, devlete pek çok yararlılıkları bulunmuş ve 1539’da vebadan ölmüştür. Ayas Paşa’nın, adıyla bilinen bu semtte havuzlu bahçe içinde bir konağı olduğu bilinmektedir.

TARİHİ

Atatürk Kültür Merkezi ve Taksim Gezisi’nin güneydoğusunda, Park Otel’in her iki yanında ve altında uzanan semt, Kabataş’a doğru inen sırtlarda kurulduğu için dik yokuşlu, çoğu merdivenli dar sokakları, cadde üstünde ve bu sokaklardaki çoğu yüzyılın ilk çeyreğinden kalma eski apartmanları, Alman Konsolosluğu (Alman Elçiliği Binası) ve bazı görkemli binalarıyla kentin kendine özgü çizgiler taşıyan geleneksel, seçkin yerleşme bölgelerinden biridir.

Atatürk Kültür Merkezi’nden başlayıp tam bir dirsek çizerek Gümüşsuyu Askeri Hastanesi’nin önünden geçip aşağı, Dolmabahçe’ye doğru inen İnönü Caddesi, Ayaspaşa’nın üst sınırını belirler. İnönü Caddesi’nin her iki yanında bakımlı ve eski apartmanlar yükselir. Semt İnönü Caddesi’nin dirseğinin altında, yamaçta uzanır.

Ayaspaşa’nın Dolmabahçe yönünden Taksim’e doğru, eski ve önemli sokakları Bağ Odaları (Bugün Tarık Zafer Tunaya Sokağı), Beytülmalcı, Sulak Çeşme, Çifte Vav, Selime Hatun Camii, Saray Arkası, Ayaspaşa Camii, Kutlu, Bolahenk, Hariciye Konağı, Sağlık Sokaklarıyla semtin sınırını çizen Pürtelaş ve Sormagir Sokaklarıdır. Parke taşlı, bol kıvrımlı bu sokakların çoğu merdivenlerle kesilir ya da bir çıkmazla son bulur.

Ayaspaşa semtinin bulunduğu yöreye ait ilk Osmanlı kayıtlarından buranın sık koruluk olduğu anlaşılmaktadır. Evliya Çelebi’ye göre burada, 16. yüzyılda padişahın köpeklerinin yetiştirilip beslendiği bir “Samsunhane” ve onun yakınında da Evliya’nın “Müneccim Kuyusu Mesiresi” dediği bir mesire, bir de “Ayaspaşa Havuzlu Mesiresi” vardı. Ayaspaşa’nın büyük havuzlu bahçesinin ise gü nümüzün Cennet Bahçesi’nin yerinde olduğu sanılmaktadır. Bölgedeki arazinin büyük bölümü Ayas Paşa Vakfı’na aitti.

17. yy’dan itibaren Taksim’den şimdiki İnönü (Gümüşsuyu) Caddesi’nin dönemecine kadar uzanan ve Ayaspaşa’nın büyük bölümünü kapsayan yöre aşağılara, Dolmabahçe’ye kadar mezarlık haline gelmiştir. 1615’te yapılan bir anlaşmayla burada, yukarılarda, Taksim’e daha yakın bir bölgede Hıristiyanlara da bir mezarlık yeri tahsis edilmiş ve bütün bu yöre, 19. yy ortalarına kadar “Grand Champs des Morts (Büyük Mezarlık)” olarak anılmıştır.

Tanzimat’tan sonra Batılaşma süreciyle birlikte İstanbul’un yapısı yavaş yavaş değişirken o dönemlere kadar yabancıların, Levantenlerin, Hıristiyanların bölgesi sayılan Pera ve çevresine Müslüman Türk nüfusunun kalburüstü kesimleri de rağbet etmeye başlayınca, kentin yerleşim bölgeleri Talimhane, Taksim ve nihayet Ayaspaşa’ya doğru genişlemeye başlamıştır. Kentin ortasındaki büyük mezarlığın görünümü göze batar olmuş ve 18. yy ortalarından itibaren Hıristiyanlara Feriköy çevresinde bir mezarlık alanı sağlanmış, Ayaspaşa Mezarlığı da yavaş yavaş kaldırılmıştır.

1850’lere kadar burada önemli bir yerleşmenin bulunmadığı bilinmektedir. Yine 19. yy ortalarına kadar İstanbul’a gelmiş yabancıların çoğu, kenti anlatırlarken “Grand Champs des Morts”dan söz etmişler, İstanbul ve çevresinin en güzel manzaralarından birinin bu noktadan seyredilebileceğini, mezarlığın Boğ az’a, Üsküdar’a, Adalar’a, hatta Mudanya Dağları ve Alemdağ’a kadar tüm ufka hakim olduğunu yazmışlardır.

Semtteki ilk ö nemli bina, 1870’de büyük Beyoğlu yangınından sonra tümüyle yanan Alman Sefareti’nin, Ayaspaşa Mezarlığı’nın bir bölümünde verilen yere kurulan yeni binasıdır. 1877’de biten binanın çatısında Prusya kartallarının heykelleri olduğu için o dönemde halk arasında “Kuşlu Saray” diye bilinirdi. Alman Sefareti’nin yapıldığı tarihte, etraf henüz mezarlıktı.

“Kuşlu Saray”ın biraz üstünde Dolmabahçe’ye bakan yamaçta ise 1849’da yapılmış Gümüş suyu Askeri Hastanesi ve halen İstanbul Teknik Üniversitesi binalarından biri olan Gümüşsuyu Kışlası binaları vardı. Dolmabahçe Sarayı’ndan yukarı, Taksim’e doğru çıkan ve mezarlığı ikiye bölen toprak yol ise bugünkü İnönü Caddesi’dir.

Semtin hem tarihini hem de bugününü belirleyen önemli bir bina da bugün artık yerinde bulunmayan, ama semtin tarihine olduğu kadar geleceğine de damgasını vuran Hariciye Konağı’dır. Padişah’a itimatnamesini 1887’de sunan İtalyan Büyükelçisi Baron Alberto Blanc’ın sefaret binası olarak inşa ettirdiği yapı, kısa süre sonra II. Abdülhamid tarafından satın alınmış ve Berlin sefiri iken hariciye nazırı olarak İstanbul’a dönen Ahmed Tevfik Paşa’nın ikametine tahsis edilmiştir.

İnönü Caddesi üzerindeki tek ahşap yapı olan Japon Elçiliği ise 1904’te yapılmıştır. Konağın ilk sahibi Osmanlı Bankası müdürlerinden Pangiris’dir. Japon Konsolosluğu, Pangiris adını Pandelli olarak vermekle birlikte bunun eski yazıyı okurken yapılan bir hatadan kaynaklandığı sanılmaktadır. 1928’de bina Japon Elçiliği’nin mülkiyetine geçmiş, bugüne kadar da eski haliyle korunmuştur.

Ayaspaşa’da bulunan eski binalardan biri de Sarayarkası Sokağı’ndaki Ayaspaşa Hamamı’dır. Ancak bina I. Dünya Savaşı sırasında Fransız Cizvitleri tarafından satın alınarak kiliseye dönüştürülmüş, eski görünümünü tümüyle kaybetmiş, sadece hamamın kubbeli bölümü aynen bırakılmıştır.

Selime Hatun Camii Sokağı’na adını veren mescit 1930’larda ibadete kapatılmış ve minaresi yıktırılmış, daha sonra Demokrat Parti döneminde onarılarak tekrar açılmıştır.

Özenli, görkemli apartmanlarıyla da tanınan Ayaspaşa’daki konut ve apartmanların tarihinin 1925-1930’lardan geriye gitmediği anlaşılmaktadır. 19. yy’ın ortalarına kadar mezarlık olan semtte mezarların tümüyle kalkması uzun bir döneme yayılmıştır. Ayaspaşa’nın eski sakinleri mezarlığın bütünüyle kalkmasının tarihi olarak 1925’i vermektedirler. O sıralarda vilayet bu bölgede arazi satışına başlamış, arsalar birkaç kişi tarafından çok ucuz fiyatla kapatılmış ve ilk olarak Park Otel’in karşı sına Ayaspaşa Apartmanı yapılmıştır.

Diğerleri arasında, Ankara Palas, Kardeşler, Gümüşsuyu Palas, Hayırlı, Rüya, Pamir apartmanları gerek tarihleri ve kendilerine özgü üslupları, gerekse günümüzde birçok ünlü sanatçının, aydının, eski İstanbullunun konutları olmalarıyla, özellikle hatırlanmaya değer.

1930’lardan itibaren semtin profilini ve havasını belirleyen en önemli yapı ve merkez, kuşkusuz Park Otel’dir. Park Otel’in sadece bir bina ve otel olmaktan ibaret olmayan tarihi ve 1981 sonrasında kent profiline ilişkin en büyük tartışmanın odak noktası olarak günümüzdeki durumu hep dikkat çekici olmuştur.

Günümüzde İnönü Caddesi’nin iki yanındaki apartmanlarının alt katlarında turizm acenteleri, çeşitli dükkanlar ve restoranlar açılmışsa da yöre hâlâ İstanbul’un Beyoğlu kesiminin muteber ve seçkin bir yerleşme alanıdır.

AYAŞPAŞA’DAKİ ESERLER



PARK OTEL
Gümüşsuyu’nda, İnönü Caddesi üzerindedir. Yeni Park Otel’in yerinde ilk bina, 19.yy’ın sonunda İtalya Büyükelçisi Baron Blanc tarafından yaptırılmış olan konaktı. Elçilik konutu olarak tasarlanmı ş olan bu “süslü görünüşlü, güzel” konut, elçinin geri çağrılması, İtalya hükümetinin konağın yapım bedelini ödememesi ve güç durumda kalan elçinin başvurusu üzerine II. Abdülhamid (1876-1909) tarafından satın alındı. Abdülhamid, konağı, Hariciye Nazırı Tevfik Paşa’ya verdi. Böylece eski İtalya elçiliği binası Hariciye Nezareti Konağı’na dönüşmüş oldu. II. Meşrutiyet’ten sonra Tevfik Paşa Londra’ya elçi olarak gönderilince konakta bir süre Hariciye Nazırı Rıfat Paşa oturdu.

N. Duhani, eski Blanc Konağı’nın çok önemli diplomatik temaslara ve buluşmalara sahne olduğunu ve genellikle en önemli ve mahrem çalışmaların burada yapıldığını, konağın o yıllarda “Hariciyenin mutfağı” olduğunu belirtmektedir. Daha sonra sadrazam olan A. Tevfik Paşa’nın mülkiyetindeki bu görkemli konak, 1911’de yandı. I.Dünya Savaşı’ndan sonra İstanbul’a dönen Tevfik Paşa ve ailesi konağın ayakta kalmış bölümüne yerleşti.

Konağı otele dönüştürme fikri, savaş sonrası koşullarında ve ilk kez o yıllarda Tevfik Paşa’nın İsviçre asıllı eşi Elisabeth Tschumi tarafından ortaya atıldı. 1922’de ilk otel projesi çizildi. Bunu başka projeler izledi. 1930’da Tevfik Paşa’nın oğulları tarafından yeniden inşa edilerek ve sonra da değişiklik ve eklerle genişletilerek otel yapıldı. Başlangıçta otelin adı “Miramare” idi.

Tevfik Paşa ve ailesi otel işletmede zorluklarla karşılaşınca kiralama yoluna gitti. Bir çok kez el değiştirdikten sonra Aram Hıdır yönetiminde “Park Otel” adını alarak yenilendi ve Pera Palas ile Tokatlıyan Otellerinin yanısıra İstanbul’un en lüks konaklama mekanlarından biri oldu.

1970’li yıllara kadar yüksek düzeyini sürdüren Park Otel’de çok sayıda ünlü ve önemli kişinin konakladığı bilinmektedir. 1930’lu yılların en seçkin müşterisi Atatürk idi. O yıllarda İstanbul’a gelen önemli kişiler de burada ağırlanırdı. Örneğin İngiltere Kralı VIII. Edward’ın M.S. Simpson’la bu otelde kaldığı ve burada onuruna görkemli bir yemek verildiği bilinmektedir. Yahya Kemal Beyatlı da uzun yıllar ve sürekli olarak bu otelde kalmıştı. Park Otel’in birinci katını kendine ayırtan Başbakan Adnan Menderes de bir başka seçkin konuk olmuş tu.

Ne var ki yeni açılan büyük oteller karşısında teknolojik olanaklardan yoksun ve demode görünen ve giderek gözden düşen Park Otel 1979’da kapatıldı. Mali güçlüğe düşen Aram Hıdır, tüm eşyasını satarak 1981’de Mengerler şirketine devretti. Devirden önce Anıtlar Yüksek Kurulu, Park Otel için şaşırtıcı bir karar vermişti. Kurul, 11 Şubat 1978’te aldığı bir kararla otelin yıkılabileceğini belirtiyordu. Bu kararla Park Otel’in on yılı aşan imar ve koruma serüveni başlayacaktı.

Tüm tarihi verilere karşı verilen yıkılabilirlik izni daha sonra yeniden gözden geçirilecek, 1983’te bu kez otelin korunmasına ve restorasyonuna karar verilecekti. Ancak burada çok yüksek bir rant söz konusuydu ve oteli satın alanlar, inatçı ve güçlü gruplardı. Yeni projeler, yeni öneriler belediye başkanları, belediye meclisleri, imar büroları ve yüksek kurul arasında gidip gelmeye başladı. Turizm Bakanlığı’nın da devreye girdiği bu, istenilen imar durumunu elde etme mücadelesi 20 Haziran 1988’de dönemin Büyükşehir Belediye Baş kanı Bedrettin Dalan’ın imzaladığı bir kararla sonlandı ve Park Otel’in 33 katlı bir yapı olarak inşa edilme hakkı elde edildi.

Ne var ki bu gelişmelere direnenler ve kentsel ölçüleri tahrip edecek bu inşa iznine karşı kamuoyu desteği yaratmaya ve bir direnme cephesi kurmaya çabalayanlar da vardı. Önce bir aile direnmeye başladı. Park Otel temel hafriyatının içinde olan evini satmamakta direnen Tunç Ailesi, istimlak kararına karşı Şubat 1989’da İdare Mahkemesi’ne başvurdu. Semt sakinleri aralarında örgütlendi ve Mimarlar Odası’nın ve diğer meslek kuruluşlarının ve kamuoyunun desteğini aldı. Davalar açıldı. Gökdelen yükselirken bir yandan da kenti koruma adına inatçı, sabırlı, özverili ve neredeyse nefes nefese bir hukuk savaşı verildi.

Yeni Büyükşehir Belediyesi yönetiminin desteğini alan örgütlenmeler, sonunda başarıya ulaştı. Park Otel gökdeleni, kurul ve meclislerin onayladığı düzeye, yanındaki Alman Konsolosluğu Binası’nın düzeyine kadar yıktırıldı. Böylece Park Otel olayı, Taşkışla ile birlikte Türkiye’de kentsel koruma alanının en önemli ve başarılı örneğini oluş turdu.

Büyük tarihi önemlerine karşı bu serüvene konu olan yapıların mimari kimliği yeterince açık değildir. Baron Blanc’ın konutunun yapım tarihi ve mimarı henüz saptanamamıştır. Eski fotoğraflarından yalnızca bu elçilik konutunun üç katlı, neorönesans üslubunda, ortasında öne çıkan kitlesi, üstte bir üçgen alınlıkla bitirilen görkemli bir yapı olduğu anlaşılmaktadır.

1930’lu yıllardaki Park Otel’in de mimarı ve kesin yapım tarihi bilinmemektedir. Yine fotoğraflarından, onun güneye dönük “U” biçiminde bir kitlesi olduğu ve boydan boya balkonlarla İstanbul’un tarihi peyzajına, Sarayburnu panoramasına açıldığı görülmektedir. İnönü Caddesi’ne geniş bir bahçe bırakılarak geriye ç ekilmiş olan bu otel cephede iki katlı, büyük eğimden ötürü güney cephesinde altı katlıdır. Fotoğraflarından ve anılardan bu yapının, 1930’ların en güzel art deco uygulamalarından biri olduğu söylenebilir. Çok tanınmış yemek salonu ve barı, bu beğeninin seçkin birer örneği idi.

ALMAN ELÇİLİK BİNASI
Alman İmparatorluk Sarayı olarak da tanınan ve bugünkü adıyla Almanya Federal Cumhuriyeti Başkonsolosluğu binası olan yapı, Gümüşsuyu, İnönü Caddesi üzerinde yer almaktadır.

Yapı, II. Alman İmparatorluğu döneminde İstanbul’da inşa edilen ilk Alman Elçilik binasıdır. Prusya Elçiliği’ni barındıran eski binanın ihtiyaçları karşılayamaz ve onarıma muhtaç duruma gelmesi üzerine yeni bir tasarımın oluşturulması ve uygulanması söz konusu olmuştur. Bu görevi üstlenen Kölnlü Eyalet mimarı Hubert Goebbels, biri mevcut arsanın değerlendirilmesine, diğeri de 1871 yangınında boşalan yakın çevredeki arazinin de dahil edilmesine dayanan iki proje geliştirmiştir. Bu arada yeni projenin, yapılaşmanın olmadığı yeni ve serbest bir çevrede in? ?a edilmesi düşüncesi de gündeme gelmiş ve bugünkü binanın işgal ettiği yerdeki ilk arazi satın alınarak zaman içinde genişletilmiştir.

Galata Serdar-ı Ekrem Sokağı’ndaki ilk arsada ise bugün “Doğan Apartmanı” yükselmektedir. Arazinin bir kısmını kaplayan mezarlıktan yalnızca Silahdar Ali Ağa ve ailesinin mezarları, anlaşma üzerine korunmuştur. Büyük bir yer edinme arayışında, Rusya, Fransa ve İngiltere elçiliklerinin yerleştiği alanlarda daha küçüğüne razı olmayarak Almanya’nın prestijine uygun bir çözüme varılması isteği de rol oynamıştır. Sonuçta, başka koşullar için üretilen proje, değişiklerle yeni bir duruma uyarlanmıştır. İnşaat 1874’te başlamış ve 1 Aralık 1877’de binanın açılışı gerçekleştirilmiştir.

Yapı malzemesinin bir kısmı başka ülkelerden gelmiştir. Ana korniş ile pencere silmelerinin taşları Arles’den getirilmiş, tuğ lalar da kısmen Liborna’da kısmen de yerel bir işletmede üretilmiştir. Bir ülkenin yabancı topraklarda tipik mimarisi ile temsil edilmesi ve zamanın uluslararası geçerli stil öğelerinin bağdaştırılması, mimarın tasarımdaki çıkış noktalarıdır.

Ana bina, kısa kenarlarında birer çıkma bulunan büyük, dikdörtgen bir kütleden ibarettir. Kütle ve cephe düzeninde neorönesans bir yaklaşım egemenken, yalın bir klasisizm ve özellikle cephede çıplak tuğla kullanımı Prusya mimari geleneğine bağlanmaktadır. İç mekanların tefriş edilmesinde de diğer bazı önemli elçiliklerin standardı gözetilmiş ve eldeki kısıtlı maddi olanağa rağmen öncelikle büyük kabul salonlarına değerli Türk halıları, abajurlar ve ampir üslubunda mobilyalar yerleştirilmiştir. Önemli salonlar ve geçiş mekanları, klasisizm içinde “Prusya görkemi”ni vurgulamaktadır. Özgün eşyanın çoğu, binaya zaman içinde iki kez el koyulduğu için kaybolmuştur.

AYASPAŞA MEZARLIĞI
Beyoğlu’nda Taksim civarında bu isimle anılan semtte idi. Gümüşsuyu Caddesi’nin Taksim’le çizdiği kavsin içindedir. Arazinin fevkalade kıymet bulması ve Taksim gibi karşı tarafın göbeğini teşkil eden bir yerde oldukça büyük bir mezarlığın bulunuşunun hoş görülmemesi üzerine buradaki kabirler nakledilerek ifraz edilmiş ve satılan arsalar üzerinde apartmanlar yükselmiştir.

Yunan Muharebesi’nde yaralı olarak İstanbul’a getirilip de hastanede vefat eden şüheda bu mezarlıkta gömülü oldukları için Ayaspaşa Mezarlığı’nın kaldırılması projesi bir zamanlar İstanbul gazetelerinde uzun münakaşalara mevzu teşkil etmiştir.

GÜMÜŞSUYU PALAS
Ayaspaşa’da, İnönü Caddesi’ndedir. 1900’lü yılların başlarında yapılan bina, Ayaspaşa’nın ve İstanbul’un en eski apartmanlarından biridir. Mimarı bilinmemektedir. Azaryan ailesi tarafından yaptırılmıştır. 1939’a kadar “Azaryan Apartmanı” olarak tanınıyordu. Bu tarihte Fransa’ya yerleşmiş olan sahipleri tarafından satıldığında “Gümüşsu Palas” adını almıştır. 1939’da mimari ve süsleme özellikleri korunarak kalorifer ve asansör tesisatı yapılmış, aynı zamanda büyük bir onarım geçirmiştir. Halen, semtin bütün büyük binaları gibi işhanı olarak kullanılmaktadı r.

Kagir, beş katlı apartmanın caddeye bakan ana caddesi ve Sulak Çeşme Sokağı tarafındaki yan cephesi zamanın bazı küçük aşındırmaları dışında orijinal hüviyetleri ile günümüze gelmiştir. Deniz tarafındaki, aslında hayli sade olan cephesine ise balkonlar eklenmiştir. Cephesi, art nouveau, ampir, barok gibi çeşitli Batı süsleme üsluplarının karıştığı taş taklidi kabartma süslemeleri ile dikkati çeker.

JAPON ELÇİLİK BİNASI
Bugün Japonya’nın İstanbul başkonsolosluğu olarak kullanılan ve Gümüşsuyu İnönü Caddesi üzerinde bulunan üç katlı ahşap yapı, 20. yy başlarında, Osmanlı Bankası’nın o zamanki müdürü Pangilis Bey’in evi olarak inşa edilmişti. Binanın inşa tarihi olarak kaynaklarda verilen tarih 1904’tür. Aynı kaynaklar Pangilis Bey ve ailesinin, özellikle 1910’ların sonlarından itibaren evlerinde dönemin modern topluluğunu ve İstanbul’daki yabancı diplomatik erkanı ağırladıklarını ve binanın zengin bir yaşama sahne olduğunu bildirmektedir.

Bugünkü İnönü Caddesi, Sulak Çeşme ve Hacı Kadın Sokakları ile çevrili hayli eğimli bir arsa ü zerinde bulunan bina, bu topoğrafik yapıya bağlı olarak, üç ana katına eklenen ve güney cephesinde açığa çıkan bodrum katı ile dört kata ulaşmakta, genişçe bir çatı katı ile beş katlı bir geç dönem İstanbul malikanesi ortaya çıkmaktadır. Bu ölçüleriyle, yönetimsel işlevler için elverişli bulunan bina, 1921’de Japon hükümeti tarafından diplomatik temsilcilik binası olarak kiralanmış ve 1928’de Japonya’nın malı ve elçilik binası haline gelmiştir.

1937’de elçilik, yeni başkent Ankara’ya taşı nınca bina önceleri elçiliğin yazlık konaklama mekanı olarak kullanılmış, 1953’ten sonra ise İstanbul başkonsolosluğuna dönüştürülmüştür. Halen başkonsolosluk büroları ve temsili faaliyetlerinden başka başkonsolos ikametgahı olarak da kullanılan yapının zaman içinde bu farklı kullanımlarından doğan yıpranma ve bozulmalardan arındırılması ve nitelikli bir temsili kimliğe kavuşması için Japon hükümeti tarafından bir program geliştirilerek kapsamlı bir restorasyon projesi hazırlatılmıştır.

Restorasyon projesi için yapılan analitik çalışmalar sırasında, binanın inşa edildiği tarihten bugüne, mekan, biçim, üslup ve yapım özellikleri açısından sürekli değişikliklere uğradığı görülmüştür. Binanın inşa edildiği yıllarda, içinde bulunduğu Taksim semti önemi gittikçe artan bir şehir bölgesi durumundaydı. Büyük askeri binalar ve kiliseler gibi önemli bazı yapıların yanısıra, o döneme ait eski fotoğraflarda da görüldüğü gibi, yakın çevrede binanın benzeri ahşap evler de bulunmaktaydı. Binanın başlangıçta, bu doku içinde yer alan bir bahçeli evden bitişik bir eve dönüştüğü; bu dönüşüm ve büyümenin hem yatayda hem de düşeyde, bölüm ve kat ekleri şeklinde geliştiği anlaşılmaktadır.

Binanın taşıyıcı sistemi, mekansal kurgusu ve bölümlenmesi ile biçimsel ve üslupsal özellikleri arasındaki kimi çelişkiler, sonradan yapıldığı açıkça belli olan ekler bu katmanlaşmanın “arkeolojik” kanıtlarıdır. Özellikle konsolosluk binası olarak kullanılmaya başlandıktan sonra yapılan müdahaleler ve yeni teknik donatım gerekleri, zaten var olan karmaşık mimari kurguyu daha da zorlamıştır. Ortaya, kimisi görkemli ve incelikli, kimisi de sıradan ya da bozulmuş nitelikte mekan ve cephe özellikleriyle belirginleşen neoklasik, neobarok, geç Osmanlı, Viktoriyen ve oryantalist motiflerle bezeli bir geç dönem yapısı çıkmıştır.

GÜMÜŞSUYU KIŞLASI
Taksim’den Dolmabahçe’ye inen Gümüşsuyu Caddesi ü zerinde, Gümüşsuyu Askeri Hastanesi’nin yanında yer alır.

Hademe-i Hassa ve Muzıka-i Hümayun efradı için 1850’li yı llarda yaptırılmaya başlanmış, yapımına bir süre ara verildiğinden Abdü laziz zamanında (1861-1876) 1862’de tamamlanmıştır. Muzıka-i Hü mayun’un, Hademe-i Hassa efradından daha kalabalık ve önemli olması nedeniyle kışlanın adı zaman zaman “Muzıka-i Hümayun Kışlası” olarak da geçmektedir. Aralıklı olarak gerçekleştirilen onarımlar ve ek binalarla günümüze farklı bir biçimde ulaşan Gümüşsuyu Kışlası ’nın mimarının Sarkis Balyan Bey olduğu yönünde görüşler vardı r.

19. yy’da değişen değerlerin ve işlevlerin etkilerinin mimari alanına da yansımasıyla birlikte yapılmaya başlanan Batılı anlamdaki kışla binaları arasında yerini alan Gümüşsuyu Kışlası Ayaspaşa Mezarlığı’na ait alan üzerine inşa edilmiştir.

Geniş bir orta avlu ile onu çevreleyen yapı kanatlarından oluşan Gümüşsuyu Kışlası bu haliyle tipik Batılı kışla şemasının en karakteristik ve sade bir örneğini sergiler.

Halen İstanbul Teknik Üniversitesi bünyesinde kullanılan yapı batı cephesinde iki katlı, Dolmabahçe’ye bakan cephesinde ise bodrum ü zerine dört katlıdır. Son derece sade bir cephe düzenine sahip olan yapının köşeleri, birer pencere aksı kadar genişletilerek ve bir kat yükseltilerek belirginleştirilmiştir. Ancak son onarımlarda ara bölmelere birer kat eklenmesi nedeniyle köşe kuleleri ile olan ayrım yok edilmiştir.

Katlar birbirinden sade kornişlerle ayrılmaktadır. Cephesinde köşe çıkmaları dışında bir hareketlilik gözlenmeyen yapının bu görünümü deniz cephesinde yer alan barok mimari tarzındaki kıvrımlı merdiven ile bozulur. Merdiven aynı zamanda, yapının değişmeden günümüze ulaşan tek öğesidir. Merasim girişi olarak kullanılan merdiven yamaca ustalıkla oturtulmuştur. Cephenin ortasından tek kollu inerken, bir sahanlıktan sonra ikiye ayrılır ve barok bir açılma ile yola kıvrılarak iner.

GÜMÜŞSUYU ASKERİ HASTANESİ
Taksim’den Dolmabahç e’ye inen Gümüşsuyu Caddesi üzerinde, Gümüşsuyu Kışlası’nın hemen yanında yer alır.

Abdülmecid’in Taşkış la’daki ve Gümüşsuyu Kışlası’ndaki topçu askerlerinin tedavileri için bu yörede bir hastane yapılmasını emretmesi üzerine, Taksim’de Ayaspaşa Mezarlığı’nın bulunduğu Üsküdar’a bakan meyilli tepenin Gümüşsuyu mevkiinde yapımına başlanmıştır. İnşaat nedeniyle mezarlığın kısmen kaldırılması halk arasında Abdülmecid aleyhinde sözler söylenmesine sebep olmuştur.

1847’de başlayan yapım ç alışmaları iki sene sürmüş ve 1849’da başta Abdülmecid olmak üzere devlet ileri gelenlerinin bulunduğu bir törenle hastane, hizmete girmiştir. İstanbul’da Haydarpaşa Askeri Hastanesi’nden sonra yapılan ikinci askeri hastanedir.

Hastanenin kırkar yataklı büyük koğuşları ve toplam 350 yatağı vardı. Koğuşlar hasta başına düşen hava miktarının arttırılması amacıyla yüksek tavanlıydı.

Uzun yıllar orduya hizmet eden hastane, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Miralay Lefter Bey yönetiminde kadrosunun çok üstünde hasta kabul etmiştir. Hastane hekimlerinden Operatör Hazım Paşa 1892’de burada ilk modern cerrahi servisini kurmuştur. Bundan sonra hastane özellikle cerrahi alanında büyük bir ün ve itibar kazanmıştır. 1909’da ihtisas dalları kurulmuş ve röntgen, asabiye, KBB, deri-frengi hastalıkları servisleri çalışmaya başlamıştır.

Balkan Savaş ı (1912-1913) sırasında Alman Kızılhaç örgütünden doktor Hitzeler ile 4 hasta bakıcı ve 2 hemşireden oluşan bir ekip çalışmalarını bu hastanede sürdürmüştür. Savaş sonunda başhekimliğe Miralay Süleyman Numan ile Operatör Yüzbaşı Mazlum atanmışlardır. Süleyman Numan Bey burayı ö rnek bir hastane haline getirerek, Alman hemşireler çalıştırmıştır. I. Dünya Savaşı süresince hastane ordu sıhhiye ikmal deposu görevini yapmış, hasta akını karşısında Ayaspaşa Mezarlığı duvarı dibine iki pavyon ve bir baraka yaptırılarak bunlar bulaşıcı hastalıklar ile asabiyeye ayrılmış ve yatak kapasitesi 1200’e çıkarılmıştır.

1919’da Fransızlar tarafından işgal edilen Gülhane Tatbikat Hastanesi geçici olarak hastanenin orta bahçesinde kurulan barakalarda hizmet vermiştir. İstanbul’un kurtuluşundan sonra hastane 500 yatakla faaliyetini sürdürmüştü r.

II. Dünya Savaşı’nda, özellikle 1943’ten itibaren Trakya ve İstanbul civarında yapılan yığınakların acil cerrahi vakalarına müdahale edebilen ve devamlı cerrahi servisi bulunan tek hastane burasıydı.

Hastane çeşitli tarihlerde onarım görmüştür. 1954-1955’te arkada bulunan mutfak ve ek kısımlar yeniden ele alınmış ve buradaki barakalar yıktırılarak yenilenmiştir. Poliklinikler yetersiz kalınca orta bahçede bu defa iki katlı modern bir poliklinik binası yaptırılarak 1967’de hizmete sokulmuştur. Hastanenin üst katı iki kat halinde restore edilmiş ve 1968’de hizmete girmiştir. 250 yatağı vardır.

Hastane yakın bir zamana kadar Garabet Amira Balyan’a atfedilirken, yapılan son araştırmalarda mimarının aynı zamanda İngiliz Elçiliği mimarı sıfatını taşıyan W. J. Smith olduğu saptanmıştır. Arşiv belgelerinde adı “İsmid” olarak geçen Smith’e bir hastane planının yaptırıldığı, önceleri beğenilmeyen bu planın sonradan uygulamaya konulduğu bilinmektedir. Aynı zamanda Naum Tiyatrosu ve Mecidiye Kışlası’nın da mimarı olan Smith, hastanenin inşasına Mecidiye Kışlası’nın yapımı sırasında başlamış ve ondan önce de bitirmiştir.

E şeklinde bir plana sahip bulunan hastanenin neoklasik tarzdaki girişi yapıya resmi bir kimlik verir. Cephede, girişin sağında kalan bölümün zemin ile birlikte üç katlı olduğu görülür. Diğer cepheler ise iki katlıdır ve beşik çatı örtüsüne sahiptir. Her katta yer alan dikdörtgen pencereler monoton bir dizilişe sahip olmakla beraber, birinci kat pencerelerinin tabla kısmının, pencere eninden dışa taşkın biçimde barok kıvrımlı konsolla taşınan belirleyici silme ile sonlanması cephedeki tekdüzeliğe karşıt bir hareket unsuru olarak ele alınabilir.

Ana ankasta yer alan girişe uzun ve dik bir merdiven ile ulaşılması aynı zamanda yönlendirici bir harekettir. Revaklı olarak düzenlenen girişte, iki yanda arka arkaya dizilmiş ikişerden dört sütun üçgen şeklinde bir çatıyla sonlanır. Neoklasik bir tarzın uygulanmış olması o dönem yapıları için karakteristiktir. Yapının köşelerine gelen bölümlerin, hafifçe dışa taşırılması cephede geometrik bir düzene de işaret eder. Giriş kapısında kitabesi vardır. Hastanede kaloriferle ısıtılma sisteminin ilk kez kullanılmış olması teknolojik açıdan bir yeniliktir.

SARAYARKASI SOKAK

Eski yapıları, esnafı, seyyar satıcıları, köpeği ve ünlüleriyle bir Ayaspaşa sokağı

Sarayarkası Sokak ve çevresi, Taksim'in yanı başında olmasına rağmen tam bir kurtarılmış bölge. Eskiden bir mesire yeri olan Ayaspaşa'nın çehresi yıllar içinde hayli değişmiş elbette, ancak sokak değişen yüzüyle bile hâlâ ‘‘sıcacık bir mahalle’’ olma özelliğini koruyor. Daracık Sarayarkası'nın akıllara seza trafik yoğunluğu ise Champs-Elysees'ye parmak ısırtıyor.

Ayaspaşa, İstanbul'un Kuzguncuk, Moda gibi hala bir ‘‘mahalle’’ kimliği taşıyan ender yerlerinden. Sarayarkası ise, Ayaspaşa'nın en renkli ve en uzun sokağı.

Sarayarkası sakinlerinin çoğu, bu sokakta oturuyor olmanın bir ayrıcalık olduğu görüşünde. Bu ayrıcalığı sağlayan, sokağın lüks ve deniz manzaralı yapıları değil, değişik gelir gruplarından insanların, yabancıların, azınlıkların, esnafın, taksi şoförlerinin ve hatta mahallenin köpek ve kedilerinin şaşırtıcı bir dayanışma içinde yaşayabiliyor olmaları.

Ayaspaşa ve özellikle Sarayarkası Sokak, 1950'lere kadar İstanbul'un mesire yerlerinden biri. Yalnızca eski birkaç yapının bulunduğu, denize kuşbakışı sokağın ilk apartmanlarından Som'un temeli 1948'de atılır. Ondan birkaç yıl sonra, Kazım Taşkent, Doğan ve Taşkent apartmanlarının inşaatını başlatır. Kasım Gülek, Şevket Rado, Erol Simavi gibi isimler dairelerin ilk sahipleri olurlar. Deniz tarafının yıllar içinde yavaş yavaş dolmasıyla birlikte, karşı sıradaki yapıların tümünün olduğu gibi, sokağın tam 44 yıllık bakkalı Hilmi Sönmez'in de manzarası tarihe karışır. ‘‘Oturduğum yerden denizi seyrederdim,’’ diyor Hilmi Sönmez. ‘‘Latife hanımın köşkü de görünürdü. Kendisi beni ziyaret ederdi, sohbet ederdik. Çok muhterem bir hanımefendiydi. Ama maalesef varisleri köşkü yıkıp apartman yaptılar.’’

Hilmi Sönmez'siz bir Sarayarkası Sokak'ı düşünmek mümkün değil. Çocuklarını yurtdışında okutan, torunlarının biri de Cambrige'te okuyan Hilmi Amca'nın dükkanı da, tam bir mahalle bakkalı görünümünde. Uhuların yanında pirinç, onun yanında permatik, yerdeki kutularda Cola, Fanta, ilk bakışta hangi malın nerede olduğunu seçmenin imkansız olduğu bu 44 yıllık dükkanı değiştirmeye bir gün bile kalkışmamış Sönmez. Sokağın eski sakinleri de ondan alışveriş etmekten vazgeçmiyorlar zaten. Tedavülden kalkmış terbiyesiyle, o herkesin Hilmi Amcası.

Çehresi her ne kadar 50'lerden itibaren değişmişse de, gözü rahatsız etmeyen bir bütünlüğü var sokağın. Üstelik aralarda kalmış tarihi birkaç yapı, ki bir tanesi bugün Ercüment Kalmık Müzesi, koca bir şato görüntüsündeki Süryani Katolik Kilisesi, tam karşısında Seventh-Day Adventice Church'ün rahibi Ohannes Delice'nin yıllardır oturduğu bahçeli, eski taş yapı, 1900 yılında inşa edilmiş, bugün Canip Orhun'a ait beş katlı konak, sokağa hâlâ eski İstanbul'dan bir esinti veriyor.

Sarayarkası Sokak pazar günleri bir başka şenleniyor. Bunun nedeni Süryani Kilisesi'ndeki pazar ayinleri. Çoğu özel arabalarıyla gelerek zaten sokağın genelde felç olan trafiğini toptan felç eden (ama kilise bahçesine şimdi park yeri yapılıyor) Süryani cemaatinin en dikkat çekici yanı, kadınlarının İngiliz Kraliyet Ailesi çizgisini anımsatan şıklıkları. Renk renk tayyörler, büyük şapkalar, mücevherler... Bir başka renk ise peder Yusuf Sağ'ın yaz günleri binanın terasına kurduğu ve komşularına açık sofralar.

Bariton sebzeci

Şaka değil, Sarayarkası Sokak'tan hala hallaç geçiyor bağıra bağıra. Özellikle havalar ısındığında kilisenin avlusunda yatak yorganlar atılıyor. Yoldan geçen seyyar esnaf sayısı yarışmasında birinciliği pek kimseye bırakmayacağa benzeyen sokaktan günde ortalama on iki kere Aygaz, üç beş kere ‘‘tamirciiii muslukçuuuu’’ kardeşler, iki kez sebze kamyoneti, birer kez hurdacı ve eskici, bir kez simitçi, arada bir steyşın seyyar çarşaf takımcı geçiyor. Yaz aylarında da karpuz kavuncu tabii. Ama sebzeci gerçekten özel. Öğle uykusuna yatmaya kalktığınızda, buna asla izin vermiyor. Başka bir ülkede ve başka koşullarda doğsaydı, Scala'da baş solist olacağı kesin olan sebzecinin gerçekten bütün Ayaspaşa'yı saracak kadar gür ve bariton bir sesi var. Dolayısıyla Sarayarkası sakinlerine siesta haram.

Geçen seyyar satıcıların dışında, özellikle bahar ve yaz aylarında sokağın görüntüsüyle bütünleşen bir başka güzel resim daha var. Sokağın Selime Hatun Camii Sokak’la kesiştiği köşeye konuşlanarak, sattığı kilim ve halıları kaldırıma seren seyyar halıcısı. Ancak bu halıcının asli görevi halı satmak değildir; halı satmak onun asıl misyonunu gizleyen bir bahanedir yalnızca. Peşinde en az beş, altı sokak köpeğiyle dolaşır; elinde kendi kazancından artırarak, bazen de kazancının tamamını harcayarak aldığı yiyecekleri gördüğü her canlının önüne ata ata ilerler. Kendisiyle selamlaşan sokak sakinlerine ise Cihangir'de, Taksim'de ya da Ayaspaşa'da rastladığı perperişan köpek ailelerinin dramını Kemalettin Tuğcu üslubuyla anlatarak, gidip onları sahiplenmeleri gerektiğini öğütler. Tanıdık mahalleliden artık yemek toplar. Kısacası tam anlamıyla cennetlik bir adamdır bu sahte kilimci.

Sokağın gülü Sultan

Tabii her köpek, kilimcinin köpekleri kadar şanssız değildir hayatta. Sarayarkası ve Selime Hatun Camii sokaklarının gerçek gülü de Sultan adında şanslı bir dişi köpektir. Yavruları belediyece zehirlenen Sultan'a bütün sokak sakinleri ama özellikle de kasap kucak açmıştır ve artık Sultan'sız bir Sarayarkası düşünülememektedir. Sultan da mahalleliye olan borcunu, özellikle gece geç saatte dönenlere evlerine kadar eşlik ederek ve onlar kapıdan girinceye kadar bekleyerek öder. Bu yazıda onun da fotoğrafı olsun istedik ama, kimbilir yine kimin peşindeydi, bulamadık.

Sarayarkası Sokak her yönüyle güzel değildir elbette. Daracık sokağın trafiği, Paris'in en geniş caddesi Champs-Elysees'yi aratır. Kısa süre önce trafiğin tek yönlü olması da hiçbir şeyi çözmemiştir. Esnafa gelen kamyonların yanı sıra, trafiğin bir arap saçına dönmesinin esas failleri de sokağa çıkıncaya kadar, özel şoförlü arabalarını kapılarının önünde bekleten bayanlardır. Park yeri bulunmadığı için o şoförler bir ileri bir geri gidip dururlar saatlerce. Park etmek sorun değil imkansızdır burada. Sokağın otopark mafyası, bizzat sokağın sakinleridir. Kendi arabalarını garantiye almak için inanılmaz taktikler geliştirirler.

Kimi çirkin yapıları, trafiği ve park sorunu da olsa, Sarayarkası güzel bir sokaktır işte. Sokağın meraklı kapıcılar çetesi dışında, pek öyle dedikodu da olmaz. Eh, bu da az buz bir nimet değildir.

Gülriz Sururi, Engin Cezzar, Ayla Erduran, Lale-Cem Mansur, Nevzat Ayaz, Karaca Taşkent, Murat Birsel, Belma Simavi, Ali Taygun, Vural-Meral Gökçaylı, Tuba Özkan

SACRE COEUR (AYAZPAŞA) Süryani Katolik Kilisesi

Saray Arkası Sok. No:15

Ayaz Paşa / İSTANBUL

Tel: 0 212 243 25 21

E-mail : info@suryanikatolikkilisesi.com

KADI MESCİDİ
Taksim, Gümüşsuyu Mahallesi, Selime Hatun Camii Sokağı ile Ayaspaşa Camii Sokağı’nın arasında kalır. “Kutup İbrahim Efendi Mescidi”, “Ayaspaşa Mescidi” veya “Selime Hatun Camii” olarak da tanınır. 17. yy’a ait yapının kurucusu, İstanbul Kadısı İbrahim Efendi’dir. 1933’te kadro harici bırakılarak, minaresi yıktırılmış, daha sonra yeniden ibadete açılmış tır.

Yapıya giriş, bir merdivenden sonra, yuvarlak kemerli bir kapıdan sağlanır. Kemerin ortasında çıkıntılı bir kilit taşı yer almaktadır. Kapı iki kademeli olup üzerinde kitabesi vardır. Son cemaat yeri, yamuk planlı olup, sağdaki merdivenlerle yukarı kadınlar mahfiline çıkılır.

Yapının hariminde doğu ve batı cepheleri simetrik olup, eşit aralıklarla açılmış yuvarlak kemerli üç pencere, üstünde de aynı özelliği gösteren daha ufak pencereler vardır.

Kuzey duvarındaki girişin sol tarafına, yapıdaki diğer pencerelerle aynı özellikte bir tane pencere açılmıştır. Güney duvarının ortasında ise yarım yuvarlak niş şeklinde mihrap, mihrabın sağında ve solunda birer tane ufak dikdörtgen çerçeve bulunur.

Güneydoğu köşesinde yer alan vaaz kürsüsü ile minber ahşaptır. Paravanla ikiye ayrılmış olan kadınlar mahfili ikisi kuzeyde, ikisi de doğuda yer alan pencere ile aydınlanmakta, batısında ise minareye çıkış kapısı yer almaktadır. Yapının geçirdiği onarımlar sırasında kadınlar mahfiline ve son cemaat yerine ekleme yapılmış olduğu bellidir. Çünkü kadınlar mahfilinin kuzeyinde kalan aynı özellikteki pencere bugün dolap olarak kullanılmaktadır. Ayrıca ana mekandaki pencere altlarına gelen süslemeler buradaki aynı özelliği göstermemektedir. Orijinal kadınlar mahfilinde iki ahşap direkle, üç açıklık sağlanmıştır.

Harimin duvarları dikdörtgenlere ayrılmış ve kalem işi süslemelerle bezenmiştir. Güney duvarı dokuz tane dikdörtgene ayrılmış olup, ortadakinde mihrap bulunur. Doğu ve batı cepheleri altı dörtgene ayrılmıştır. Dörtgenlerin köşelerine mavi, sarı, kahverengi, yeşil renklerinde kalem işi bezeme grupları yerleştirilmiştir.

Yapının altı kesme taş, üzeri ise tuğladır. Dıştan iki kat görünümlü olup cepheleri ortadan ikiye ayıran bir silme vardır. Pencerelerin etrafı sınırlandırılmış ve ortalarına da çıkıntılı kilit taşları konmuştur. Minare yivli gövdeli ve tek şerefelidir. Yapının dıştan güney cephesinde mihrap, yarım yuvarlak şeklinde dışarı taşkın olarak yapılmıştır. Bu cephede yapıyı ikiye ayıran silme yoktur. Mihrabın önünde ufak bir bahçe olup burada şadırvan bulunur. Yapının alt katı meşruta olarak kullanılmaktadır.

AYASPAŞA HAVUZU MESİRESİ
17. asır ortalarında, Tophane’nin üstündeki sırtta Ayaspaşa Mezarlığı yanında İstanbul’un namlı mesirelerinden biriydi. O zamanlar buraları yarı kır sayılırdı.

AYASPAŞA HAMAMI

Gümüşsuyu Mahallesi’nde Sarayağası Sokağı’ndadır. I. Dünya Savaşı sonunda İstanbul itilaf devletleri kuvvetleri tarafından işgal edildiği zaman Fransız Cizvitleri tarafından satın alınarak önüne yüksek bir parça ilavesiyle Sacré coeur de Jésuites adıyla bir Katolik kilisesine çevrilmiştir.

Hamam kısmı olduğu gibi muhafaza edilmiş; ortadaki büyük kubbe ile halvetlerin küçük kubbelerinin ve sofaların üstüne rastlayan beşik kubbelerin yuvarlak camları kaldırılarak kurşunla örtülmüş, yarım küre şeklindeki beş kubbenin ü zerine etrafı ve külahı camdan birer fener geçirilmiş ve kiliseye tahvil edilen hamamın içi bu suretle aydınlatılmıştır. Ayaspaşa Hamamı’nın 32 kurnalı, büyük ve içi gayet geniş bir hamam olduğu söylenir.

KAYNAKLAR:

Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi; (Cilt 1, s.464-466),

Gümüşsuyu Kitabı; Enes Keskin, Kentimİstanbul Semt Kitapçıkları,

İstanbul Gezi Rehberi; Murat Belge, İletişim Yayınları,

Hürriyet İstanbul, 30 Aralık 1998,

http://webarsiv.hurriyet.com.tr/1998/12/30/87344.asp

Kimi makaleleler, yazılar, notlar, kişisel tanıklıklar, vs…

4 yorum:

  1. Merhaba,

    Gecen gun Ayaspasa ile ilgili haberler ve bilgilere bakarken sitenize rastladim. Bilgi va yazis tarzi super ama yeteri kadar ziyaretciniz varmi bilemedim. Dolayisi ile benim hazirladigim ve lokal bolgelere odakli olan ucretsiz bir siteye yazilarinizi eklemek isteyeceginizi dusundum. Trafik karsiligi sitenizin icerigini bizim sitemiz ile paylasirsaniz, bizim sitede yazinizi gosterip linkini de size verebiliriz. Boylece sizde trafik yaratmis olursunuz.

    Sitemiz aslinda cok basit bir prensibe dayali. Siteye uye oluyorsunuz, sonra Tarabya bolgesini secip bilgileri ekliyorsunuz. RSS iniz varsa bize linkini verin veya bize yazin benim muhendislerden birisi size yardimci olur.

    Saygilarimla
    Cagdas Berksan

    www.Bizimsokak.com

    YanıtlaSil
  2. Merhaba,

    Gecen gun Tarabya ile ilgili haberler ve bilgilere bakarken sitenize rastladim. Bilgi va yazis tarzi super ama yeteri kadar ziyaretciniz varmi bilemedim. Dolayisi ile benim hazirladigim ve lokal bolgelere odakli bir siteye yazilarinizi eklemek isteyeceginizi dusundum. Trafik karsiligi sitenizin icerigini bizim sitemiz ile paylasirsaniz, bizim sitede yazinizi gosterip linkini de size verebiliriz. Boylece sizde trafik yaratmis olursunuz.

    Sitemiz aslinda cok basit bir prensibe dayali. Siteye uye oluyorsunuz, sonra bolgenizi secip bilgileri ekliyorsunuz. RSS iniz varsa bize linkini verin veya bize yazin benim muhendislerden birisi size yardimci olur.

    Saygilarimla
    Cagdas Berksan

    www.Bizimsokak.com

    YanıtlaSil
  3. Herkese Merhaba,
    Gençliğimde İnönü Caddesi'ni ismi Mithatpaşa Caddesi idi. Stadyumun ismi de Mithatpaşa Stadyumu idi. Kimler ve neden isimleri değiştiriyorlar acaba?
    Bana göre Atatürk'ün sözlerine bakmak lazım, ya delalet ya da ihanet...
    Bu şimdiki İnönü Caddesi'nin en eski ismi, yani ilk verdikleri isim ne idi acaba?
    Bilen varsa, lütfen bilgilendirsin...
    Saygılar, selamlar

    YanıtlaSil
  4. Bu güzel çalışma için kutluyorum... 100. Ölüm Yıldönümü (2020) çalışmaları kapsamında amatörce Ömer Seyfettin araştırıyorum. Tahir Alangu'nun "Ömer Seyfettin - Bir ülkücü yazarın romanı" kitabından, Ömer Seyfettin'in, 1913 yılı sonlarında Yunan esaretinden İstanbul'a döndüğünde "Annem öldü, ocağımız dağıldı, ben apartmanlara düştüm" dediğini ve 1914-1915 yıllarında Ayazpaşa'da oturduğunu biliyoruz. "Fon Sadriştay'ın Oğlu" hikayesinde ise oturduğu yeri detaylıca tarif ediyor ama adres yok. Selime Hatun Camii imamı Osman Hoca'ya danıştım. Gülriz Sururi'nin bilebileceğini söyleyerek yakındaki evini tarif etti. Rahmetli Gülriz Hanım o gün müsait değildi. Görüşmeyi sonraya bıraktık ama maalesef kısmet olmadı. Allah rahmet eylesin. Sizler bu adres tespiti konusunda yardımcı olabilir misiniz? Teşekkürler, iyi günler.

    YanıtlaSil